7 Temmuz 2014 Pazartesi

don't mıncık.

Geçen gün Ege'yle okul çıkışı gittiğimiz park sonrası, mükemmel bir anne ve kusursuz bir ev kadını olduğum için market alışverişimi yapmış, bir elimde çocuğum bir elimde organik yoğurtlu poşetlerimle eve yürürken gözüme bir perde indi.

Tam o sırada bir hamburgercinin önünden geçiyorduk ve gözüme inen perde açlığın çirkin yüzüydü. Ege gel şurada ben bir hamburger yiyeyim yoksa eve ulaşmam sanırım pek de mümkün olmayacak dedim ve oturduk. Ege gurme olduğu için hamburger ve pizza yemez, içim de rahat, hava şartları ve çim mükemmel, gol veya goller bulmak üzereyim.

Derken Ege'nin oturduğu sandalyenin tam arkasında oturan 20li yaşlardaki, kafasında kendinden büyük bir şapka olan kaykaycı gençlik kılıklı bir çocuk ANINDA dönüp Ege'yi gıdıklamaya başladı.

Bakın tekrar ediyorum çocuğum kıçını sandalyeye koydu ve arkasında oturan kaykaycı gençlik anında dönüp Ege'yi gıdıklamaya başladı.

Benden şöyle bir ses çıkmış, sonradan duydum.

NE YAPIYOĞRSUNĞ SEĞN?

kaykaycı genç ve diğer masalar dondular. bana çok uzun gibi gelen bu vahey kılıçaslanlık sonrası kaykaycı genç şöyle dedi:

çocuğu seviyorum?

kendisine kibarca şöyle dedim:

SEN ELALEMİN TANIMADIĞIN ETMEDİĞİN ÇOCUĞUNU HANGİ HAKLA MINCIKLIYORSUN?

Sanırım kaykaycı tipli çocuk bir daha hayat boyu çocuk sevemeyecek ve hatta önümüzdeki 30 sene çocuk da yapmayacak. Ona göre çok masum hatta ana babayı gururlandırıcı bir şey bu; başkasının çocuğunu mıncıklayarak sevmek. haniyse iltifat gibi, bak senin çocuk o kadar sevimli ki mıncıklamaktan kendimi alamıyorum.

Aslında buraya 'bir yetişkine yapamadıklarınızı çocuklara da yapamazsınız. Yani arka masanıza oturan 20 yaşındaki bir kızı çok sevimli bulup dönüp mıncıklayamıyorsanız 3.5 yaşındakini de mıncıklayamazsınız. ' falan diye uzun uzun yazacaktım ama Türk insanında ısrarcı bir laftan anlamama var. o yüzden ben temiz temiz çemkiriyorum artık.

Bu olayı bir arkadaşıma anlattım ve benim olayı abarttığımı, büyüttüğümü, o kadar da olmadığını söyledi. derken yürürken yeni doğum yapmuş bir kedi ve yavrularını gördük, sevmek için yanlarına gittik. aynı arkadaşım aman ellemeyelim annesi pis bakıyor, kızar dedi.

şimdi çok üşenmeseydim buraya bir kıssadan hisse yazardım.







18 Mart 2014 Salı

Keşke adını bilmeseydik


Yüzünü hiç görmeseydik, bilmeseydik. düştüğün yerden kalksaydın, üstünü silkeleyip yoluna baksaydın. Biz seni bilmeseydik de sen tahtaya kalkıp soruyu bilseydin, bir kızı sevseydin, bir kitap okusaydın, bir şarkı mırıldansaydın, mezun olsaydın, işe girseydin, işten çıksaydın, başkasına başlasaydın, kısmet deseydin, hayırlısı olsun. sevdiğin kızı alsaydın, bir elmayı dilimleyip akşam televizyona baksaydın. sarhoş olsaydın, dağıtsaydın, hayatın anlamını sorgulasaydın, batsın bu dünya deseydin, daha kaç yazlar boyu güneşte yansaydın, omuzların acısaydı, kışta üşüseydin, kar yağarken dilini çıkarıp taneleri yeseydin. kavga etseydin, barışsaydın, facebook'a girip bir fotoğraf paylaşsaydın, kafanın dikine gidip anneler gününde kıyamayıp eve gelseydin.

Keşke biz senin adını hiç bilmeseydik.
Bir gün elinde çocuğunun eli, yanımızdan geçseydin.

16 Ocak 2014 Perşembe

Naber Banu?

Chino Otsuka isimli bir sanatçı, 'şimdiki' halini çocukluk fotoğraflarına Photoshop marifetiyle yerleştirerek aşağıdaki sonuçlara ulaşmış.




Chino Otsuka Photoshop Time Machine

Niyeyse, bana pek bir hüzünlü geldi bu resimler. Sanki gerçekten zaman makinesine atlayıp çocukluğuna gitmiş ve birlikte takılmışlar gibi.  Sonra düşündüm, gerçekten bunu yapabilseydik; mesela ben bir makineye atlayıp o kıvırcık saçlı, kara kuru çocuk Banu'nun yanına gidebilseydim, ona ne söylerdim.

Şimdiki zamanda kendi çocuğuma davrandığım gibi mi davranırdım ona? Cesaretlendirip kendine güvenmesi için elimden geleni yapıp, o anlattıkça kulaklarımı dört açıp dinler miydim? Üzüntülüyse sessizce yanında oturup saçını okşar mıydım? Seyrettiği filmleri heyecanla anlatırken spoiler vermemek için dilimi ıssırır mıydım? Yoksa ranzanın üst katında Tommiks okurken yanına yatıp dönüştüğüm yetişkini mi dinlendirirdim?

Bütün zamanda yolculuk hikayelerinde olduğu gibi, gelecekle ilgili haber vermenin ya da gittiğiniz geçmişi değiştirmenin zamanda kırılma (?) yaratacağını düşünerek, siz olsaydınız ne yapardınız? Kendinize ne der, ne anlatır, nasıl davranırdınız?

Hadi bakalım.



20 Kasım 2013 Çarşamba



Bilenler bilir, o klasik anne-çocuk bloglarından nefret ederim. Çok bilmişlikle ürün viralinin iç içe geçtiği yazılar beni pek açmaz. Herkesin anneliğinin de çocuğunun da kendine göre olduğunu düşünürüm. Normalde ukala bir tip olsam da, burnum sürtülerek öğrendim ki, annelik ukalalık yapılacak en son mevzu.

Ege gelecek ay 3 yaşına giriyor. Ben ne ara hamile kaldım, doğurdum da 3 yaşına getirdim, insan gerçekten hayret ediyor! Bu 3 yılın şerefine hayatımda altı çizile çizile öğrendiğim şeyler oldu, onları derlemek istedim. 
(Aslında genelde yaptığım gibi kendi kendime konuştum.)


3 yılda öğrendiğim 13 şey

1) Her şey geçer
Uykusuz geceler, ben bu işi beceremiyorumlar, ciyaklar, ahlar vahlar geçer. Bir gün bir bakarsın çocuğun sabaha kadar deliksiz uyumuş, bir gün bir bakarsın ben bu işi yapamıyorum derken tek elinle on tane iş halletmişsin. Gaz sancıları geçer, ilk hastalıklardaki panik geçer, diş çıkartma sancıları,  kendine güvensizlik hali bile geçer.

Sonra bebeklikten çıkıp çocuk olma çağı başlar. Artık bebek bakmak değil, bir insan yetiştirmektir mevzu. İstememler başlar, hayırlar, tutturmalar, sabır sınavları. Ama bilirsin ki, bunlar da geçecek. Her şey geçecek. Bir çırpıda oluverecek her şey. Bir bakmışsın lisede bir bakmışsın ilk sevgilisiyle. O yüzden içine gir onun dünyasının, o kadar çabuk değişiyor ki her şey, yakalayabildiğin yerden yakala.

2) Hiçbir şey kolaylaşmaz
Zaman geçtikçe, çocuk büyüdükçe hiçbir şey kolaylaşmaz. Ah bir yürüse, ah bir konuşsalar yerini başka challangelara bırakır. Kendine şunu bir yapsa bunu bir etse gibi hedefler koyma. Bunun zor ama hediyleri dev bir süreç olduğunu kabul et, işin kolaylaşır.

3) Kendinden başkasına güvenme
Darda kalınca yardım iste ama kendinden başkasına güvenme. Paranoyak ol demiyorum ama hobi olarak gene ol. Bakıcıyı, okulu vs sürekli denetle. Çocuğunu senden iyi kimse tanıyamaz. İçinde en ufak bir şüphe oluştuğunda müdahele etmeyi erteleme çünkü muhtemelen çok haklısın.



4) Arada bir uzanıp kendi sırtına pat pat diye vur.  
Kimseden aferin bekleme. Kendinle tokalaşmayı, kendi kendinin hayranı olmayı öğren. Arada sesli olarak 'Helal olsun lan bana' de, hakediyorsun.

5) Her gün baştan başla
Gece melaike  gibi yatan çocuğun sabaha darth vader olarak uyanabilir. Bir hafta önce bütün mahaleyle kanka olan çocuğun bu hafta bakkal ‘naber’ dediğinde bile ağlayabilir, dün doymak bilmeyen velet yarın bütün gün bir şey yemeyebilir. Bu ahval ve şeriat içinde görevin, her sabah yeni bir güne uyandığını bilmek ve sil baştan yapacak kuvveti damarlarında bir şekil bulmaktır.

 6) Kendine de çocuğuna baktığın gibi bak
Çocuğunu gece 2’de yatırıp sabah 6’da kaldırıyor ve bütün gün mızırdamadan takılmasını bekliyor musun? O zaman kendine de bunu yapma. Çocuğunu aç bırakmıyorsan, hasta olduğunda duble şefkatle sarıp sarmalıyorsan kendine de yap bunları. Hem senin kendine hem de onun sana ihtiyacı var. (sigarayı bırak, sana diyorum evet)

7) Fedakarlık yapma
Yaptığın şeyi fedakarlık olarak görmeye başladıysan hemen dur. Çocuğu güvendiğin birine bırak, dışarı çık, bi kahve iç, titre kendine gel. Fedakar olmak dayatıldığı gibi iyi bir şey değil. Fedakarlık kendinden vazgeçmek demek. Kendini adamakla kendinden vazgeçmek arasında fark var, bunu da bir düşün. Çocuğuna hizmet etme, kendisi yapabilmesi için yardım et. İkinizin de işi kolaylaşacak.

8) Kıyaslama
Onun çocuğu paten kayarken piyano çalıyor olabilir. Fransızca konuşurken takla atabilir. O da 20 kilo olup aynı zamanda güzel/başarılı/akıllı olabilir (ABV onun) sen kendine bak, kendi çocuğuna, kendi vücuduna, kendi kafana. İyi bak. Tek bir kriterin olsun: mutlu olmak ve mutlu bir çocuk büyütmek. Gerisi (çoğunlukla) yalan dolan.

9) Bazen bir pipo sadece bir pipo, bir çocuk da sadece bir çocuktur.
Çağımızın illeti ‘modern annelik’ten yakanı kurtar. ‘’Kmm çocuk resim yaparken içe doğru spiraller çizmeye başladı, acaba içine mi kapanıyor yavrım’’ diye aşırı analiz etmenin alemi yok. Bazen bir çocuk sadece bir çocuktur; yaptığı, söylediği her şeyin bir anlamı olması ve senin oturup bunları sorgulaman gerekmez. Ha sorgulanacak zamanlar da olur, ama onu sen zaten anlarsın. Steril, kitabi ve ‘kaliteli’ ilişkiden kaçın, ‘gerçek’ bir ilişki kur onunla. (Bayan Montessori bile yeri geldiğinde ‘yürü git eşek sıpası’ diyormuş, ben de ona yakın çevrelerin yalancısıyım. )

10) Dün değil, yarın değil, bugün bile değil; şimdi
Yarını boşver, iki saat sonrayı bile boşver. Şu anda neler oluyor? Dün böle böle oldu, yarın da şöle şöle olacak diye düşünüp durmak seni içten kurutur. Şimdi neredesin, ne yapıyorsun, kiminlesin. Bunlara odaklan. Zira tek bir gerçek var, o da şu an.

11) Çocukluğunu değil, çocuğunu büyüt
Hayaller güzel ama senin gerçekleşmemiş hırsların onun omuzunda yük olmasın. Sen tütü manyağısın diye çocuk istemediği halde baleye, fanatik cimbomlusun diye futbola falan yazdırma. Ben zamanında yapamadım diye garibimi boğma. Sınıfın en kısası olan çocuğu baskete yazdırdığında muhtemelen iyilik yapmıyorsun.

12) Kitapları kapa, çiçekleri kokla
Başta kişisel gelişim kitapları olmak üzere, özellikle çocuk bakımıyla ilgili bütün kitapları kapa. Hatta götür çöpe at. Onlardan kime hayır gelmiş ki sana gelsin. Kitaplardaki kusursuz dünya düzeni sana sadece anksiyete olarak döner. Onun yerine al bebeni parka git, çime bas, çiçekleri kokla.

13) Bol bol fotoğraf, daha da çok video çek
Çocuk denen mikroorganizma aşırı hızlı büyüdüğünden, hayatını bir japon turist gibi geçirmeye mecbursun. Ne kadar fotoğraf ya da video çekiyorsan, iki katını çek. Onları güzelce arşivle, üşenme. Bazılarından çıktı alıp duvarlara asmayı da unutma. 

Anneliğinin 3.yılı kutlu olsun, hadi kal sağlıcakla. 

30 Ekim 2013 Çarşamba

Ağlıyorsa türktür, oynuyorsa ecnebidir.




Neden tatilde gittiğiniz otelin akşam yemeğinde sarı çipil ecnebi bebesi ‘Madır, ken ay hev en adır kap of ti?’ derken türk bebesi  ‘istemiyoyğruuuuuuuuuum, yemiceeeeğm bana neeeeeeğ’ diyerek kendini yerden yere atar? Ecnebi anne masadaki diğer yetişkinlerle sohbet ederken neden Türk anne ucunda zavallı bir köftenin sallandığı çatalla çocuğunun peşinde depar atar? Ecnebi filmlerdeki bebeler ‘Gutnayt madır’ dedikten sonra ışığı kapatıp uyurken bizim canavar geceyarısına kadar akşamcı Arif gibi takılır?



Aslında bu soruların hepsine yorgun bir anne gözüyle ‘Çünkü eşeğin üreme organından dolayı’ diye yanıt vermek mümkün. Zira yanıta çok hakim olsak, onu bir çözüme uyarlayıp kendi evladımız üzerinde de deneriz. Neticede mazoşist değiliz. Yine de; oturdum, bilimsel, sosyolojik, psikolojik ve lojistik bir araştırma yaparak durumu inceledim. Gelin her şeye en baştan başlayalım, yani yavrunuzu kucağınıza aldığınız o muhteşem günden. Zira, o günden itibaren ofisin kullanılmayan karanlık bir odasında süt sağan manyak bir kadına dönüşmek için sadece 6 ayınız var.


Biliyorsunuz, ülkemizde doğum öncesi ve sonrasında 8 hafta olarak kullanılabilen ücretli doğum izinleri ücretsiz olarak çıka çıka anca 6 aya kadar çıkıyor. Yani ‘Evde oturuyon da bebene bakıyon, bana mı bakıyon?’ diyerek sana maaşını vermeye devam etmiyorlar. Her yerde bas bas 'En az 2 sene emzirin!' diye azarladıktan sonra sizi doğumdan yalnızca 6 ay sonra işe çağırıyorlar. 

Peki ya dünyada nasıl? Buyurun bunu öğrenmek için sevgili Ali Tezel’in sitesinden arakladığımız verilere bakalım:


Çek Cumhuriyeti, Slovakya ve Avusturya’da analık izni ÜCRETLİ olarak 3 yıldır ve kadının çocuğunu yetiştirmesi için 3 yıl evinde oturması-çalışmaması esastır. Kadın dilerse bu üç yılı daha düşük ödemeye razı olarak 4 yıla da çıkarabilir. Çocuk engelli doğmuşsa 3 yıllık süre 6 yıl olarak uygulanır.

İsveç ve Estonya’da da süre bize göre uzundur. İsveç’de son ücretinin yüzde 80’ini ödenerek çocuk başına 16 ay izin vardır. Estonya’da da 70 gün öncesi olmak kaydıyla 18 ay analık izin süresi vardır ve ücretlerini de alırlar. Estonya’da ayrıca babalar için de doğumdan sonraki 3. ayda başlamak üzere ücretli izin hakkı vardır.

İngiltere’de 52 hafta olan analık izninde, iznin ilk hafta ücretin yüzde 90’ı anneye ödenir, sonraki haftalarda da haftalık 130 İngiliz sterlini ödeme yapılır. Kadın (eşcinsel ilişkiler dahil) bir eşi veya partneri iki hafta ücretli babalık izni talebinde bulunabilirler. Yapılan son yasal değişiklik ile 2015 yılından itibaren bu izni ister kadın ister erkek kullanabilecek.

 

Yani belki de, dünyanın çeşitli ülkelerinde anneler çocuklarını doğurduktan sonra Türkiye’dekinden daha uzun süre ücretli olarak evlerinde oturup çocuklarıyla ilgilenebildikleri için daha az streslidirler. Kafaları daha rahattır. Paniğe kapılmadan, 'Ni yer ni içeriz' diye telaş etmeden çocuklarına bakıyor, rahatça emziriyor, birlikte vakit geçirebiliyorlardır. Belki de bu yüzden çocukların da kafası rahattır çünkü anneleri rahattır.

 

Diyelim ki izniniz bitti, işe başladınız. Fransa'da da yaşamıyorsunuz ki haftada sadece 35 saat çalışasınız, en az 45 saat kafadan iştesiniz. Bu süre içinde de, erken çıkışlarınız ve süt sağışlarınız ve sürekli telefonda çocuğunuzu kontrol edişleriniz yüzünden patronla mobbingin de dibine vurdunuz. Her şey harika, peki çocuğunuzu kime bırakacaksınız?

 

Eğer Türkiye’de yaşıyorsanız büyük ihtimalle ananeye, babaneye ya da bakıcıya  bırakacaksınız. Siz akşamın körüne kadar çalışırken de; anneniz, kayınanneniz ya da hiç bir pedagojik eğitimden geçmemiş ama tecrübesiyle kalesinde güven veren bakıcınız  ‘yemeğini bitirmezsen arkandan ağlar’, ‘susmazsan polis amcaya veririm’, ‘uyumazsan öcü gelir’, ‘düşersin’, ‘sen yapamazsın dur ben yapayım’ ‘üstüne dökersin’ diyerek evladınıza bakacak. Hafta sonları başbaşa kaldığınızda sizin asla müsade etmediğiniz şeyler çocuğunuzla aranızda ‘ama ananem izin veriyööörr’ şeklinde münakaşa konusu olacak. Çocuğunuz  mızmızlanacak, ağlayacak, kimin otorite olduğu ve kimi dinlemesi gerektiği konusunda kafası karışacak. Anneniz ya da kayınanneniz kıyamadığı için kendi kendine giyinmeyi, yemek yemeyi falan muhtemelen öğrenemeyecek. Parkta bakıcısı 'düşer müşer de başıma kalır' diye korktuğundan yükseklere el yordamıyla çıkmayı, düşse de kalkmayı bilemeyecek. Siz de büyük ihtimalle zaten bütün hafta ilgilenemiyorum diyerek olmayacak şeylere 'he diyecek', saçma sapan isteklerini yerine getirecek, kucakta taşıyacak, ayağınızda sallayacaksınız.  Yani uzatmayalım, şımartacaksınız. 

 

Diyelim ki anneniz, kayınanneniz vefat etmiş ve/veya başka şehirde yaşıyor olsun, bakıcılara da güvenmiyorsunuz, çocuğumu kreşe vereyim dediniz. Işte orada iki kere düşüneceksiniz. Çünkü Türkiye’de devlet eliyle sağlanan bir ücretsiz okul öncesi eğitim yok. Belediyelerin sağladığı kısıtlı kontenjanlı, kimi ücretsiz kimi düşük ücretli kreşler mevcut ama tamamiyle ücretsiz, ilköğretim modelinde bir okul öncesi eğitim yok. (Varsa ve benim haberim yoksa beni utandırın lütfen ve interneti yakayım.)

   

Çocuğunuzu özel kreşe vermek istiyorsanız da sağlam bir para bayılmanız gerekiyor. Üstelik her kreş kendine münhasır olduğundan, ne öğrendiği, nerede uyuduğu, ne yediği ne içtiği de tamamen piyango usulü işliyor. Bir tanıdığım kızını verdiği kreşte tesadüfen bütün çocukların öğle uykusunu YERDE uyuduğunu görmüştü mesela.


Bunlar belgelerle geldiğim veriler. Işin bir de psikolojik ve sosyolojik şeyleri var ki onları da şey etmeden geçmeyelim.

 

Mesela, türk toplumunun % 0, 01’ı kitap okurken Amerika'da %12' si, İngiltere ve Fransa’da % 21'I kitap okuyor.

 

Yani televizyonda sörvayvır açıp ‘ümüt karon çok komök:)))))) bizim oğlan hiç okümüyör:((((’ demekle olmuyor. Çocuk dediğin cüce tipi taklitle öğreniyor, büyüyor. Ben 'Hülya Avşar ne giymiş ayol bu akşam öyle’ derken oğlumun odasına çekilip dünya klasiklerini devirmesini beklemem biraz ütopik.

 

Ama bize de yazık değil mi? Zaten bütün gün işte kafamız yanmış, evde oturuyorsak sabahtan akşama kadar yemeğiydi banyosuydu derken içimiz kurumuş, açıyoruz tvyi, oturtuyoruz önüne. Çünkü bizimki de can. Bizimki de kafa.

 

Evet bizim çocuklar çok ağlıyor çünkü biz de çok ağlıyoruz.


Haftada 45 saat ile Avrupa ülkeleri ve ABD'nin üzerinde bir çalışma döngüsü içinde çırpınıyoruz, ağlıyoruz.

Maaşı bakıcıya veriyoruz, ağlıyoruz. 

İşte mobinge uğruyoruz, ağlıyoruz.

Trafikte sinir krizinin eşiğine geliyoruz, ağlıyoruz.

Okul parası el yakıyor, ağlıyoruz.

Acılı dizileri izliyoruz, ağlıyoruz.

Memleketin haline dertleniyor ağlıyoruz.

Avm’lerden hiç ihtiyacımız olmayan şeylere para akıtıp bi içimizi ferahlatıp, taksitin zamanı gelince ağlıyoruz.

Avm yerine parka gidelim diyoruz, gözümüze gaz kaçıyor ağlıyoruz.

 

Velhasılıkelam, bizim bebeler ağlamasın da kim ağlasın?

 


 

 


 

 

 

 









23 Ekim 2013 Çarşamba

Houston, bir durum var.





Ege okuldayken bir kaçamak yapıp sinemaya gittim çünkü kendimi küçük sürprizlerle şımartmayı severim. Günün ilk seansı, saat 11’de, gişedeki kızın dev nemrutluğuna aldırmadan heves ve sevinçle yanaştım, ‘Gravity’e bir bilet! dedim şakıyarak. ‘Bok var di mi.’ der gibi baktı bana, ben her sinemaya gittiğimde merak ettiğim gibi onun ve büfeci çocuğun arada sırada salona girip filmleri izleyip izlemediğini merak ettim. Çünkü ben olsam kesin izlerdim. Eskiden yer göstericiler vardı ve küçükken en çok onlara özenirdim ama konumuz bu değil.

Kızın gösterdiği ekranda kendime yer beğendim, mükemmel sadece iki kişiyiz salonda. Yine de diğer film arkadaşımdan olabilecek en uzak yeri seçtim, koşa koşa aşağıya indim, bir sigara içtim, koşa koşa yukarı çıktım, salona girdim, yerime kuruldum, iki kişi de olsak telefonumu sessize aldım. Tam o sırada en büyük kişisel kabusum vuku buldu ve iki tane 120 yaşındaki teyze koca ve bomboş salonda yanıma gelip oturdu. Onlardan da kaçtım, en arkaya gittim. 20 dakika reklamların bitmesini bile neşeyle bekledim.

Derken film başladı ve ben bitene kadar ağladım. Bir gerizekalı gibi, 3d gözlüklerimden akan yaşlarla ve burnumu çeke çeke, arada sırada (herhalde duymadıkları için) bağırarak konuşan teyzelere ‘şşştt!’ demeyi ihmal etmeden ağladım.

İzlediniz mi, bilmiyorum, Gravity uzayda hayatta kalma ve eve (dünyaya) dönme savaşı veren bir kadın astronotun hikayesi. Sandra Bullock sanki yıllardır oynadığı o sikko romantik komedilerin acısını çıkarmak istercesine yardırıyor. Bütün film boyunca neredeyse yalnız, tek başına oynuyor.

Peki sen mal mısın neden bilim kurgu filminde ağlıyorsun derseniz, günümdeysem çizgi filmde bile ağlayabilen biri olduğumu belirttikten sonra filmin (SPOİLER!) aslında çocuğunu kaybetmiş bir annenin majör depresyonunu anlatığını söylerim size. Acısıyla başederken yaşamaya çalışan bir annenin hikayesi.  İzlediyseniz, bunu zaten anlamışsınızdır, filmde gizli saklı hiçbir şey yok, sembolizmin dibine büyük harflerle vurulmuş, hangi sahnenin, Sandra'nın hangi hareketinde vücut dilinin ne anlattığı ince ince hesaplanmış. (SPOLER BİTTİ)

Ama, konumuz bu da değil.

Konumuz ‘Anne yalnızlığı’

Yazı aslında burada başlıyor, kusura bakmazsanız. Sandra Bullock’un uzay boşluğunda tek başına dönee dönee döneee hayata tutunması burada ‘anne yalnızlığı’na evriliyor.

İster zengin ol, ister fakir, ister ananelerle bakıcılarla mürebbiyelerle kalabalık anne, ister bir başına anne ol, fark etmez. ister çocuğun babası süper baba olsun, isterse hafta sonu babası, yine fark etmez. Anneysen, yalnızsın. Uzay boşluğunda başının çaresine bakmak ve yapman gerekeni yapmak durumundasın. Kimseden bir şey beklemeden. Çünkü ne de olsa, bir diğer güzide bilim kurgu filmimiz olan Alien'ın afişinde dendiği gibi ‘Uzayda kimse çığlığını duyamaz’

Aldığın her kararda, attığın her adımda, çocuğuna söylediğin ve söylemediğin her sözcükte ve aldığın her mesuliyette tek başına dönüyorsun yer çekimsiz ortamda. Bazen Houston’dan bir ses yapman gerekenleri kulaklığına fısıldıyor, hah diyorsun yırttım ama sonra bağlantı kopuyor. ‘Huston, duyamıyorum ulan? Alo?’

İstediğine danışabilirsin, pedagog kapısı aşındırıp kitaplar devirebilirsin ama senden çıkan o canı bir insan haline getirirken hep teksin. ‘Mayday Houston, bugün kutsal annelik ittifakında sıçmış batırmış olabilirim, cennet şu an itibariyle ayaklarımın altından alınmış olabilir, mayday mayday.’ Diyorsun, kimseden tık yok.

Sandra Bullock uzayda tarifsiz acısıyla baş etmeye çalışırken senin de gün içinde sayısız kere ayağının altından yer çekiliyor. Belki diğer anneler senden daha şanslı, belki de daha şansız. Onu da bilemiorsun. Neticede herkes kendi kişisel uzayında döneliyor, karşılaşamıyorsunuz.

Emzirsem mi mama mı versem, ayağımda mı sallasam yoksa uyku eğitimine mi geçsem, özel okula mı versem, devlete mi, bakıcıya mı bıraksam kreşe mi, çalışsam mı, evde mi kalsam, parka mı götürsem tv mi açsam, derken aslında hep bir tek başına uzayda asılı kalma hali. 

Hah döne döne giderken tutunacak bir yer buldum, dur kendimi az yukarıya çekeyim.

Hah doğru okula verdim galiba, kendimi uzay mekiğine attım.

Hay allah hasta ettim galiba ince giydirdim, bakayım mekikte yakıt yok, gene olduğum yerde kaldım.

Yok ya, ben bu işi beceremiorum gene mekikten uzaklaştım.

Beni hiç dinlemiyor, oksijenim azaldı.

Bırakayım her şeyi, komple kapatayım oksijeni zartı zurtu, mekiği de patlatayım, kordonu da keseyim derken birden içeriden gelen bir ‘Anneeeea’ seslenişi ve ‘Ben bu uzay boşluğundan kurtulurum ulan, hatta uzayın ağzına bile sıçarım’ gücü ve inancı. Hop tekrar dünyaya dönmek, karaya ayak basmak için mücadele, gerekirse dünyanın etrafında 80 tur atarım lan ben heyt hissiyatı.

Hamile kadınlara emzirme, zıbın ve türevleri değiştirme, bez bağlama konularından önce bu öğretilmeli, yani bu sonsuz yalnızlık hali ve bundan hiç korkmamak gerektiği. Herkesten beklentini minumuma indirip kendi başına dünyaya dönebileceğin gerçeği. Bu yolculukta dikkat etmen gereken tek şey mümkün olduğunca az şikayet etmek çünkü oksijenden yiyorsun ve herkes bilir ki, uzay ortamlarında oksijen aşırı kıymetli.

Hem arada sırada yukarı çıkıp şöyle bir manzaraya bakmak da fena değil aslında, sonunda döneceğin bir dünyan oldukça.



28 Eylül 2013 Cumartesi


Bir 'Ev Annesi'ne dönüştüğünü nasıl anlarsın?




2 sene önce ‘Her şey 10 lira’cıdan aldığın tişörtle aranızda özel bir bağ oluştuysa.

En yakın arkadaşların parklardaki aşırı endişeli ananeler ve memleketine sms göndermek için senden sürekli yardım isteyen Gürcü bakıcılarsa.

Eski arkadaşların iş yerinden yeni arkadaşlarıyla dışarı çıktıklarını ve aman da ne çok eğlendiklerini ballandırarak anlattıklarında 'Hmmmm enteresaan’ diyerek ufka bakıyorsan.

Kırk yılda bir düğün ya da doğum günü gibi bir organizasyon için gece dışarı çıktığında ağzınla değil başka bir yerinle içmeye başlıyor ve Ankara'nın bağları da
büklüm büklüm yolları, ne zaman sarhoş oldun da kaldıramıyon kolları’ şarkısındaki figürlerinle çevreni büyülüyorsan.

Yalnızca grip olduğunda ve kocan evdeyse bir kaç saatliğine yatabiliyorsan.

Zaman zaman kendini tivitıra her aklına geleni yazarken yakalıyorsan ve tek eğlencenin bu olduğunu dehşetle fark ediyorsan.

Eşofmanlarını dünyadaki (en az) 10 tanıdığın insandan daha çok seviyorsan.

Bir takım yaşlı ve tonton kadınları işe alıp ‘Kiralık Anane’ şirketi kurmak ciddi bir profesyonel atılım gibi gelmeye başladıysa.

Dibi gelen saçlarını artık ‘Bu senenin modası bu ayol’ diye yutturamıyorsan.

‘Yaani potansiyeline de tabi yazık oluyor’ diyenlere potansiyel seri katil gibi baktığını fark ettiysen.

Parklarda salıncak sallamaktan gözle görülür şekilde kol kası yaptıysan.

Ay başında hesabına para yatmaması sana hala sürreal geliyorsa.

Sürekli battaniye örüyor ve arada 'Şu yünü şöyle boynumdan geçirip azıcık sıkıversem ne olur ki.' diye aklından geçiriyorsan.

Bir diziyi izlemeyi bir haftaya yayıp gene de bitiş jeneriğini göremiyorsan.

İnsanların hava karardıktan sonra dışarıda olmaları sana garip gelmeye başladıysa.

 'Şöyledir böyledir öyledir vırı vırı vırı' diye ukalalık yapana ‘seni 8 kere cebimden çıkartır ve 5le çarparım ama şu an gidip tam 35 saniye süt ısıtıp illa ki yeşil biberona koymam gerek biç.’ diye içinden saydırıp hiç bulaşmıyorsan.

Kendini 3 yaşındaki çocuğuna ‘Gel biraz sohbet edelim yea’ derken yakaladıysan.

Kocana Girls dizisini anlatmaya başladıysan (Evet kocana)

Çocuku okula gitmek için, giyinmek için, yıkanmak için sürekli ikna etmeye çalışmaktan üst düzey müzakere yeteneği geliştirdiysen.

Kocan ‘Bu akşam çocuku ben yatırırm, sen duşa gir’ dediğinde loto kazanmış kadar seviniyorsan.

'Kendi kendine konuşmak' konusunda level atlayıp kendi kendine kavga etme aşamasına geldiysen.

Çocukum uyusa da şu diziyi izlesem diye 3 saat uğraşıp uyuttuktan sonra da çocukunu özlüyorsan.

Sabahın altısında, binbir çeşit hayvan sesi taklidiyle kitap okuyup maymunluk yaparken çocukun ‘Anne sen çok komiksin’ diye kikir kikir gülüp yanağından öptüğünde her şeyi neden bıraktığını hatırlıyor ve bir gram pişman olmuyorsan.

Sen bir ev annesisin kardeşim, aramıza hoşgeldin.